İnsanlar okudukları romanlarda, şiirlerde, hikayelerde kendi hayatlarıyla temas eden noktalar buldukça daha çok etkileniyor o eserlerden. Sanki ifade etmek istedikleri, hissedip anlatamadıkları, anlatıp rahatlayamadıkları hisler yazarın kaleminden döküldüğü zaman bir trans hali başlıyor. Alexandre Dumas'ın Kamelyalı Kadın adlı romanını okurken yaşadığım duygu yüklü anları bu tezimle açıklayabilirim herhalde. Nereleri ve neleri hayatıma temas etti o bende saklı.
Armand Duval ile eski 'kapatma' sevgilisi Marguerite'nin çok iç bulandırıcı gibi gözüken ama kitabın ortalarına doğru aşk budur be kardeşim dediğiniz ve Marguerite'nın Armand ile ayrıldıktan sonra ona yazdığı mektupları okurken de içinizde bir daralma hissedecek kadar kalbinize nüfuz edecek bir aşk hikayesi. Romancıya göre gerçek bir hikaye bu. Gerçek yada kurgu bilmiyorum ama şu kesin ki çok duygusal, etkileyici ve aşıkların hayatlarından duygusal kesitlerle dolu bir roman. Bu romanda aşkın en fütursuzca yaşandığı zamanlarda dahi perde arkasında daimi esen bir hüzün rüzgarı size kendini hissettiriyor. Belki de yazarın hikaye anlatımına girişteki hüzünlü fon müziğinin hiç bitmeyişi tarifini de yapabiliriz bu hal için.
Paranın ve maddi olanakların vazgeçilmez çekiciliğinin insani duygularla savaştığı yer Kamelyalı Kadın'ın aklı ve kalbi. Hepimizin hayatlarımızda çok sevdiğimiz yakınlarımızla alakalı veya aşık olduğumuz anlarda kendimizi içinde bulduğumuz bir paradoks aslında bu. Kitap ayrıntısı vermenin okuma merakınızı baltalayacağınızı düşünerek lüks içinde yoksul ve yalnız ölen zavallı Marguerite ile sınır koyamadığı aşkı ile hem kendini hem sevdiğini acılar içinde bırakmış çocuk kalbli Armand'ı Beşiktaş'ın iskelesinden Paris'e hüzünlü gözlerle uğurladım. Aşkın sabretmeyi şart koştuğunu sabrederek aşkı yaşantanların ve bu aşkın ne kadar kutsal bir duygu olduğu düşünceleri ile sabreden aşıklara imrenerek kapattım Kamelyalı Kadın'ın son sayfasını...